➨ ŞEKER HASTALIĞI, İNSÜLİN VE İNSÜLİN KAŞİFİ NOBEL ÖDÜLÜ ALAN BİLGİNLERİN KISA ÖYKÜSÜ
Şeker Hastalığı, İnsülin ve İnsülin Kâşifi Nobel Ödülü Alan Bilginlerin Kısa Öyküsü
Prof. Dr. Kadircan KESKİNBORA
Bahçeşehir Ü. Tıp F. Öğretim Üyesi
- 1 –
Şeker hastalığından kadim medeniyetlerde bahsedilmektedir. M.Ö. 1550’li yıllarda Mısır’da yazılmış bir papirüste (Ebers), şeker hastalığına benzer, çok idrara çıkma ile seyreden bir durumdan bahsedilmektedir. Şeker hastalarının idrarının tatlı, bal gibi olduğu ve bu nedenle karıncaların, sineklerin ve diğer böceklerin bu idrara üşüştüğünü Susruta ve diğer Hintli doktorlar M.S. 5-6.yüzyılda fark ederek açıklamışlar, bu hastalığın iki şekli olduğunu yazmışlardır. Bir şeklinde hastalar zayıf ve çok uzun yaşamadan kısa sürede ölmekte, diğer grupta ise hastalar şişman ve daha yaşlı olarak belirtilmiştir. Bu, günümüzün sınıflamasındaki Tip 1 ve Tip 2 diabetes mellitus sınıflamasına benzemektedir.
Diabetes kelimesi ilk kez Anadolu topraklarında, M.S. 1. veya 2. yüzyılda Anadolulu hekimlerden Kapadokyalı Arateus (kimi kaynakta 30-90, kimi kaynakta 81-138) tarafından kullanılmıştır. Arateus şeker hastalığını idrar miktarında artma, aşırı susama ve kilo kaybının olduğu bir hastalık olarak tanımlamış, diyabetik hastaların etinin ve kemiğinin idrar olarak aktığından bahsetmekte ve sonuç olarak hastanın ölümcül bir hastalığa giriştiğinden söz etmiştir.
Diabetes, Yunanca akıp gitmek anlamına gelen dia + betes kelimelerinden türetilmiştir. Romalılar da, bal kadar tatlı anlamına gelen Latince mellitus kelimesini ekleyerek hastalığın adını tamamladılar.
İbn Sina (980-1037), diyabetten kurtulan hiçbir dokunun ve organın olmadığını, diyabette cinsel işlev bozukluklarını anlatmış, ayaklarda görülen “diyabetik gangreni” ilk kez o tanımlayarak şeker hastalığının sinirleri bozabileceğini de açıklamıştır. Paracelcus (1493-1541) diyabetli hastalara açlık kürleri uygulamış, daha sonraki yıllarda da diyabet hastalığı ve tedavisi üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır.
Ünlü fizyolog Claude Bernard (1813-1878), diyabetin nöro-hormonal mekanizmasını, hastalarda şeker yapımının arttığını ve merkezi sinir sisteminin bozulduğunu gösterdi, ayrıca, idrarda görülen şekerin karaciğerde glikojen olarak depo edildiğini buldu.
Berlin’den Paul Langerhans (1847-1888), 1869 yılında verdiği doktora tezinde pankreas bezi içindeki küçük hücre topluluklarını, beta hücreleri diye adlandırarak bu hücrelerin bilgisini verdi, ancak işlevleri hakkında bilgi veremedi. Bundan sonraki çalışmalar Langerhans adacıklarının işlevinin ne olduğuna yönelik oldu. Edouard Laguesse de 1893 yılında bu hücrelerin pankreas bezinin endokrin hücreleri olduğunu öne sürdü.
1889 yılında Strasbourg Tıp Fakültesi’nde genç bir asistan olan Oskar Minkowski ve Strasbourg’taki Hoppe-Seyler Enstitüsü’nden Josef von Mering’in araştırmaları olaya yeni boyut kazandırdı. İkili lipaz enzimlerini içerdiği bilinen pankreasın köpeklerdeki yağ sindirimi için önemli olup olmadığı konusunda birbirleriyle karşıt görüşlere sahiplerdi. Bunu açıklığa kavuşturmak için bir köpeğin pankreasını cerrahi olarak çıkardılar. Yağ sindirimiyle ilgili deneysel çalışmalar yapılmadan önce Minkowski bu köpeğin normalden çok daha fazla idrar ürettiğine dikkat çekti (kontrolsüz diyabetin en yaygın belirtisi). Köpeğin idrarı, aynı zamanda normalden çok daha yüksek glikoz düzeyine sahipti (diyabetin diğer belirtisi). Bu gözlemler, bazı pankreatik ürünlerin yokluğunun diyabete yol açtığını düşündürdü. Minkowski, pankreasın çıkarılmasıyla oluşan etkilerin tekrar kazanılması için köpeğin pankreas özütünü hazırlamaya çalıştı (idrar ve kan düzeylerini daha düşük buldu). Bu araştırma, pankreas bezinde hastalık oluşumunu şeker hastalığı gelişmesine yol açtığını gösteren ilk çalışmadır.
Bu çalışmalar sonucu bu adacıklarının sindirim sistemine yardım eden özüt salgıladığı konusunda araştırmacılar hemfikir oldular, bu hücre toplulukları, onları ilk kez bulanın adıyla, “Langerhans Adacıkları” olarak adlandırıldı.
1900 de Dr Eugene Lindsay Opie, Langerhans adacıklarının atrofiye uğramadıkça normal görünecekerini yorumunda bulundu. Dr Moses Barron, pankreatik kanalların pankreas taşlarıyla tıkandığı bir otopsi raporu yayınladı. Bezin asiner hücreleri tamamen tahrip olduğu halde adacıklardaki hücreler korunmuştu. Bu, 1901 de Dr Leonid Ssobolew tarafından, pankreas kanallarının bağlandığı bir çalışmada hücrelerin sağlam kaldığını tespit eden bir deneyle gösterildi. 1901 yılı önemli bir yıldır. ABD’de yapılan çalışmalarda Yukinabi, Langerhans adacıklarındaki harabiyetin diyabet gelişimine yol açtığını ilk kez tanımladı ve ilk kez bu çalışmayı yayınlamış oldu.
Berlin’li doktor George Ludwig Zuelzer (1870-1949); tavşanlar üzerinde yaptığı deneylerden sonra, alkol ve tuz kullanarak hayvanlardan pankreas ekstraktları elde etti ve bunu ölmekte olan bir diyabetik hastaya enjekte etti. İlk başta düzelen hasta (herhangi bir biyokimyasal ölçüm yapılmamıştı) birkaç gün sonra tekrar diyabetik komaya girip öldü. 1908 de, beş hastaya daha pankreas ekstraktı enjekte etti ama ekstraktın yeterince saf olmaması nedeniyle ateşleri çıktı. Üç yıl daha saflaştırmayla uğraşan Zuelzer’in metodu, Hoechst firması tarafından geliştirildi. Almanya’daki çalışmalarla ilk kez pankreas özütünün elde edilmesi, bu ekstrenin köpeklerde diyabeti düzelttiği veya glisemi düzeylerinde azalmaya yol açtığı bulundu ama ne yazık ki, 1. Dünya Savaşı yıllarında, bombardımanlardan dolayı laboratuvarın harap edilmesi bu çalışmaların daha fazla devam etmesine engel oldu.
Aynı tarihlerde 1910-11 yıllarında Chicago’da Rockefeller Enstitüsü’nde buna benzer iki çalışma daha yapıldı. Pankreas özütünün sulandırılarak verilmesi köpeklerde kan şekerini azaltıyordu. Fakat hem Dr. Scott’un amirinin buna izin vermemesi, Rockefeller’da ise yine savaş yıllarının olması bu çalışmaları geciktirdi. Amerika Chicago’da Ernest Scott (1877–1966), 1912 de; New York’ta Israel Kleiner (1885–1966) de 1919 da benzer deneyleri diyabetik köpekler üzerinde deniyordu.
Romanya Bükreş’te fizyolog Nicolas Paulesco (1869-1931), 1914-16 yıllarında, steril şartlar altında, doğranıp kıyma haline getirilip, buz-soğuk su kullanılarak filtre edilmesi yöntemiyle köpeklerden anti-diyabetik pankreatik ekstrakt (pancreine) elde etti. Paulescu, anti-diyabetik bir madde bulduğunun farkındaydı. Bu ekstrakt sayesinde hipoglisemi elde edebildiği bu çalışmalarını, Birinci Dünya Savaşına denk gelen çeşitli zorluklar nedeniyle, savaş yıllarında Polonya’da Polonya Tıp Dergisi’nde yayınladı. Ama hem savaş yıllarının olması hem de yayının Polonya dilinde (Lehçe) olması, ne yazık ki, insülinin keşfinin Romanya’ya ait olduğunun duyurulmasını sağlayamadı. (Yine de Romenler halen insülinin keşfinin kendilerine ait olduğunu söylerler.) Paulescu, çalışmasını bir Fransız dergisinde, ancak 1921 yılında yayınlatabildi.
(devam edecek)