Derelerin Üstünü Kapatmak 20. Yüzyıla Ait Bir Öneri mi?

Derelerin Üstünü Kapatmak 20. Yüzyıla Ait Bir Öneri mi?, Göz Çukurunun(Orbita) Blow-Out Travması ve Kırığı,Keratokonus,Retinoblastom,Nistagmus,Tavuk Karası(Gece Körlüğü),Behçet Hastalığı,Uveit,Çocuklarda Gözyaşı Kanalı Tıkanıklığı,Çocuklarda Şaşılık,Göz Kuruluğu

Derelerin Üstünü Kapatmak 20. Yüzyıla Ait Bir Öneri mi?

DERELERİN ÜSTÜNÜ KAPATMAK 20. YÜZYILA AİT BİR ÖNERİ Mİ?

Prof. Dr. Kadircan KESKİNBORA

Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi

 

Roma’daki ünlü Cloaca Maxima veya Trier’deki İmparatorluk Hamamı’nın al­tındaki sistem gibi bazı Ro­ma lağım sistemleri, boyutları ve özenli planlarıyla hayranlık uyandırmakta­dır. Ancak, lağım çukurlarının boşaltımı için aynı şey söylenemez. Daha ön­ce Tiber Nehri’nin yatağı ve kıyılarıyla Roma kanalizasyonunun “curator”ü görevini yapmış olan Genç Plinius, bulunduğu Bithynia Bölgesi’nden İmpa­rator Traianus’a şöyle yazar:

‘Efendim, çok güzel yapılmış bir şehir olan Amastris’in başlıca özellikleri arasında, çok güzel uzun bir cadde de vardır. Ancak, bu cadde boyunca dere denen bir şey akmaktadır ki, aslında pis bir lağım olup, iğrenç bir görüntüsü ve berbat bir kokusu vardır. Eğer izniniz olursa bu derenin üstünün kapatılması, kentin hem sağlığı hem de görün­tüsü için iyi olacaktır.”

Amaca yönelik yapılmış ve iyi işleyen bir kanalizas­yon sistemi olmayan bu şehrin Plinius tarafından ‘çok güzel inşa edilmiş’ olarak nitelendirilmesi gariptir. Dahası, Plinius’un önerdiği ve imparatorun onayladığı çözüm de yalnızca bu akıntının koku ve görünüşünün gizlen­mesinden oluşuyordu, kontaminasyonu önlemeye ya da bir “de novo (yeni)” kanalizasyon yapmaya yönelik değildi. Su kemerlerinden taşan suyun kaybı, resmi kurumların dikkatini çekmiş ve Frontinus tarafından yazılan bir bil­diride ele alınmıştır: “Su depolarından taşma daima olmaktadır. Bunun kent sağlığı ve kanalizasyonların temizlenmesi için kullanılması çok uygun olacaktır.”

Kanalizasyonların temizlenmesinin “kent sağlığının bir parçası” olarak görülmüyor olması dikkat çekicidir. Atıkların uzaklaştırılması ilk hedefti, ancak bunun nedeni hastalık taşımaları değil kötü kokmalarıydı. Bu yüzden kanalizasyonlar ve ana drenaj kanalları nadiren kentin dışına kadar uzatıldı. Bunlar genellikle kentin içindeki bir hendeğe ya da en yakındaki akarsuya boşaltıldılar. Bu akarsu ise, genellikle daha aşağıdaki bir yerleşim bölgesinin su kaynağı oluyordu.

Galenos Roma’da, kente su getiren temiz akarsularda yakalanan balıklarla, kentten çıkan daha pis akarsularda yakalananlar arasındaki belirgin farka dikkati çekmektedir. Tiber Nehri’nin denize boşaldığı yerde kirlenmenin çok daha fazla olduğunu da belirtmek­tedir.

Lağım çukurları ya yüzeye çok yakın olduklarından ya da sürekli bir akarsu bağlantısı kurulamadığından, birçok yerde lağım çukurları sağlık için ciddi bir tehlike oluşturuyorlardı. Bazı çukurlar bir yıkıntı görünümü veren kaba dizili taşlardan oluşuyordu. Düzenli bakım yapılmadığından tıkanmaya bağlı sızma ya da taşmalar oluyordu. Büyük Roma evlerinde bol suyla yıkanan tuvaletler bulunabiliyordu. Bazılarında bir kanal sistemi sayesinde tuvalet üst kata yapılabiliyordu. Evlerde daha sık kullanılan yön­tem, çukurların üstüne yerleştirilmiş olan basit tahta oturaklardı. Bu çukurların düzenli olarak boşaltılması gerekiyordu. Bu yüzden insan­ların çoğu, özellikle de üst katlarda oturanlar, genel tuvaletleri ve lazımlık­ları tercih ediyorlardı.

Sonraları, ihtiyaç nedeniyle lağım içeriğinden faydalanılmaya başlandı. Ev ve mutfak atıkları ile birleşen lağım atıkları tarlalara verilmeye başlandı. Tabakhaneler ve giysi üreticileri de hayvan dış­kısının yanında insan dışkısını da işlemlerinde kullanıyorlardı. Tabakhaneler genellikle yerleşim bölgelerinden uzakta yer alırlardı. Pompei’de ve bazı başka şehirlerde, giysi atölyeleri caddelerde, dükkanlar, kahvehaneler ve evlerle yan yana bulunuyorlardı. Yalnızca giysi atölyelerine değil, şehrin tamamına acı bir idrar kokusu sinmiş olmalıydı, çünkü terzilerin giysileri sağ­lamlaştırmak için kullandıkları idrarın bir kısmı, yoldan geçenlerin kul­lanımı için sokak köşelerine yerleştirilmiş olan idrar çanaklarından elde ediliyordu. Bu evlerde lağım çukurları genellikle kuyu ile yan yanaydı.

Sıradan insanların en basit hijyen kurallarının önemini an­layamamış olduklarını gösteren bu düzen­lemeler, birçok has­talığın, özellikle barsak hastalıkları, Trichuris ve Ascaris gibi barsak parazitlerinin yayılmasını kolaylaştırıyordu. Lağım çukurlarında yapılan araştırmalarda çok miktarda sinek ve larvası bulunmuştur. Tıp yazarlarına göre sık görülen hastalıklar olan diyare ve dizanteri birçok bölgede endemikti. İnsanların çoğu bunlara direnç geliştirmiş ol­malıydılar. Ancak başka bir hastalık nedeniyle güçsüz düşmüş olanlar, yaş­lılar, hepsinden önemlisi yeni doğanlar ve çocuklar için bu hastalıklar çok tehlikeli, çoğunlukla da öldürücüydüler.

     Parfüm şişelerinin yaygın olarak bulunmasına dayanarak, bu alışkanlığın alt sosyal tabakalara dek yayılmış olduğu söylenebilir. Parfümler yalnızca vücuda sürülmez, ağız yoluyla da alınırdı. Ağız kokusu çok yaygın bir sorundu ve genellikle şaraba ve baharatlı balık soslarına bağlanırdı. Ancak ağız hijyeni kavramının bilin­mediği ve çürük dişlerin ancak ağrı dayanılmaz hale geldiğinde çektirildiği bir dönemde bu çok doğaldı. Birçok insan ağız kokusunu önlemek için pas­til emer; parfümü tek başına ya da şaraba katarak içerdi.

Özet olarak, sağlığı korumanın bireyler için ne kadar güç olduğunu tah­min etmek pek de zor değildir. Hem ilaçların hem de doktorların niteliğinin şüpheli olduğu bir çağda, tedavi edilebilen hastalık çeşidi çok azdı. Bu neden­le onlardan korunmak çok önemliydi. Zenginler bir yana bırakılırsa, sağlığı korumak bireysel kontrolün tamamen dışındaydı. Şehirlerde yaşayanlar hamamlara ve akarsuya olduğu gibi, iyi hekimlere de ulaşabiliyorlardı. Yine de kent yaşamının, atıkların imha edilmemesi, aşırı kalabalık, bulaşıcı hastalık­lar gibi olumsuz yönleri vardı. Küçük kırsal yerleşim alanlarında yaşayanlar ise bu tür şehir sorunlarından uzak kalıyorlardı. Geniş alanlara ve temiz havaya sahiptiler, yiyecek kıtlığından da daha az etkileniyorlardı. Ancak temizlik olanakları çok azdı veya hiç yoktu. Tıbbi yardım gerektiğinde, geleneksel bilgiler, şifa tanrılarına yapılan dualar, yakın bir köydeki doktor ya da şans eseri oradan geçen bir ‘gezgin doktor’ çare oluyordu. Celsus ve Galenos gibi tıp adamlarının öğütleri neler yapılması gerektiğini gösteriyordu. Hastalık, sıradan insanlar için bir gerçekti ve sürekli bir tehlike oluşturuyordu. Yoksul­larsa bu tehlikeye herkesten daha çok açıktılar.

Kaynaklar:

1- Jackson R. Roma İmparatorluğunda Doktorlar ve Hastalıklar (çev. Mumcu Ş.) İstanbul: Homer kitabevi. 1999, p.46-51.

2- Perrucelli RJ. Çağlar Boyu Tıp (çev. Güdücü N.). İstanbul: Omaş Ofset. 1997, p.235,248,249.